Batı Uygarlığı

Arapça:
İngilizce:
Fransızca:
Almanca:
Rusça:
Açıklama:

Hıristiyan Dünyası ve İslâm: Kâfirler

Ortaçağ Hıristiyanları için Bizanslılara karşı düşmanlık, onlarla ilişki içinde olanlar için, zaman zaman bir vicdan muhasebesine neden oluyordu. Müslümanlara karşı ise sorun yokmuş gibi görünüyor. Müslüman kâfirdir, Tanrı tarafından seçilmiş düşmandır, kendisiyle barış yapmak söz konusu olamaz. 1095'te Clermont'da I. Haçlı Seferi'ni toplayan Papa II. Urbanus hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki bu karşıtlığı şöyle belirtir: "Aşağılanmayı hak etmiş, insanlık onurunu yitirmiş ve şeytanın iğrenç kölesi olmuş bu kâfir ırk Yüce Tanrı'nın seçtiği halkı yenerse bizim için bu büyük bir utanç olmaz mı?.. Bir anda gerçek iyiliklerden yoksun zavallılar, öbür yanda gerçek zenginliklerle donanmış insanlar olacak, bir yanda Tanrı'nın düşmanları, öbür yanda dostları savaşacak." Muhammed, Ortaçağ Hıristiyanlık dünyası için en kötü umacılardan biridir. Bir kıyamet belirtisi olarak Hıristiyanların kafasından çıkmaz. Sürekli olarak Deccal ile karşılaştırılır. Cluny başrahipi Pierre le Vénérable'e göre, 12. yüzyılın ortalarında, Muhammed'in İsa'nın düşmanları arasında yeri Arius ile Deccal'in arasıdır, aynı yüzyılın sonlarında, Joachim de Flore'e göre, "Musa nasıl İsa'nın gelişini hazırladıysa Muhammed de Deccal'in gelişini hazırlar." 1162'de yazılmış -Kuran'ın Latince çevirisi- bir elyazması kitabın kenarındaki bir karikatür Muhammed'i canavar biçiminde gösterir.

Bununla birlikte, Müslümanlara karşı Ortaçağ Hıristiyanlarının tutumunun tarihi, değişimin ve ince ayrıntıların tarihidir. Henüz 9. yüzyılda, Alvare de Cordoue, Muhammed'i Kıyamet Canavarı olarak görür. Ama Paschasse Radbert derin karşıtlığı, bütün dünyaya yayılması gereken Hıristiyanlık dünyası ile geniş bir bölgeyi Hıristiyanların elinden alan İslâm arasındaki coğrafı çatışmada görse de Tanrı'yı tanıyan Müslümanlar ile Tanrı hakkında hiçbir şey bilmeyen cahilleri titizlikle birbirinden ayırır. Hıristiyanların Müslümanlarca fethedilmiş olan Filistin'e yaptıkları hac, 11. yüzyıla kadar barış içinde gerçekleşir ve kıyamet belirtisi olarak İslâm imgesi, yalnızca kimi birkaç dinbilgininde görülür. 11. yüzyıl boyunca her şey değişir, bu yüzyıldaki haçlı seferleri, Hıristiyanlarda müslümanları Muhammed'in suç ortakları olarak öne çıkaran bir nefret propagandasıyla hazırlanır ve yönlendirilir. Kahramanlık destanları bu dönemin tanığıdır, bu destanlarda iki tarafın sınırlarda yaşadığı İslâm-Hıristiyan birlikteliğinin anıları ile artık onaylanmakta olan acımasız bir çatışma birbirine karışır. Bundan böyle Hıristiyan şövalye ile Müslüman arasındaki düelloyla özetlenecek bir mit egemen olur. Kâfire karşı savaşım, şövalye ülküsünün son arzusu olur. Zaten Kâfir artık bir putperest, doğru olanı, Hıristiyanlığı kesin olarak reddetmiş, duyguları körelmiş bir putperesttir. 1213'te, IV. Latran Konsili toplanti çağrısında, III. Innocentus, Hıristiyanları, putperest ilân ettiği Kuzey Afrika Müslümanlarına karşı sefere çağırır. Joinville ise Müslüman dünyaya sürekli olarak "putperest ülkesi" der.

Ama gene de, Müslüman ve Hıristiyanlar arasına çekilen perde yalnızca savaşmak için kaldırılıyor gibi görünse de bu savaş cephesinde perdenin arasından sızan barışçı akımlar, karşılıklı değişimler hep sürer gider, hattâ boyutları genişler.

Öncelikle ticari değişimler söz konusudur. Papalık İslâm dünyasına gidecek Hıristiyan mallarına boşuna ambargo koyar, kaçakçılık bu yasaklamaları deler. Sonunda papalar, Hıristiyanların Müslümanlardan daha çok zarar gördükleri bu ablukadaki ihlalleri kabul eder ve hattâ lisanslar verir. Bu işlerde Venedikliler uzmandır. Örneğin, 1198'de, tarımsal kaynakları olmadığı için, yalnızca ticaret yoluyla geçindiklerini papaya kabul ettirerek "İskenderiye Sultanı" ile ticaret yapmak üzere III. Innocentus'tan izin alırlar, papalığın Hıristiyanlık dünyasına dayattığı kara listede ye alan stratejik ürünler, demir ve silah, zift, katran, kereste, gemi bunların dışındadır.

Sonra düşünsel değişimler gelir. Haçlı seferleri bütün şiddetiyle sürerken Arap bilimi Hıristiyan dünyasına yayılır ve 12. yüzyıl Rönesansı denilen olguyu başlatmasa da en azından besler. Araplar, Hıristiyan bilginlerine, doğruyu söylemek gerekirse doğu kütüphanelerinde biriken ve Müslüman bilginlerce dolaşıma sunularak İslâm'ın batı ucu İspanya'ya kadar götürülen ve Reconquista ile İspanya'ya gelen Hıristiyan ruhbanların âdeta büyük bir açlıkla saldırdıkları Yunan bilimini getirirler.

1085 yılında Hıristiyanlar tarafından geri alınan Toledo, bir dönem, özellikle bilgiye susamışların, en çok da çevirmenlerin ilgi odağı olur. İslâm bilimi modası öyle bir noktaya varır ki bunlardan Adélard de Bath, kişisel düşüncelerini benimsetmek için sık sık onları Araplara mâl ettiğini söyler.

Dahası var. Müslüman ve Hıristiyanların savaş amacıyla en çok karşı karşıya geldikleri yer olan Kutsal Topraklar'da barış içinde birlikte yaşamanın gerekleri çabucak yerleşir. Müslüman tarih yazarı İspanyol İbn Cübeyr bunu, 1184'te, Filistin'e yaptığı bir gezide, biraz da şaşkınlıkla gözlemler: "Hıristiyanlar topraklarında Müslümanların dürüstçe verdikleri bir vergi ödetiyor. Hıristiyan tacirler de Müslüman topraklarında mallarına karşılık vergi ödüyor. Aralarındaki anlaşma mükemmel ve her durumda eşitlik göze çarpıyor. Savaş adamları savaşlarıyla meşguller, halk barış içinde yaşıyor... Bu ülkenin durumu bu açıdan öylesine olağanüstü ki, anlata anlata bitmez. Tanrı, lütfuyla İslâm'ı yüceltsin!"

Not: Bu makale Jacques Le Goff'un Ortaçağ Batı Uygarlığı isimli değerli kitabının 156. sayfasından alınmıştır.
DoğuBatı Yayınevi'ne bu değerli kitabı dilimize kazandırdığı için teşekkür ederiz.

Batı Uygarlığı beslemesine abone olun.