012. Yusuf - (Yusuf) Yusuf -- يوسف

ḳâlû yâ ebânâ mâ leke lâ te'mennâ `alâ yûsüfe veinnâ lehû lenâṣiḥûn.

Türkçe:
Dediler ki: "Ey babamız, ne oluyor da Yûsuf konusunda bize güvenmiyorsun. Oysaki biz ona hep öğüt vermekteyiz."
İngilizce:
They said: "O our father! why dost thou not trust us with Joseph,- seeing we are indeed his sincere well-wishers?
Fransızca:
Ils dirent : "ô notre père, qu'as-tu à ne pas te fier à nous au sujet de Joseph ? Nous sommes cependant bien intentionnés à son égard.
Almanca:
Sie (gingen zum Vater und) sagten: "Unser Vater! Weshalb bringst du uns kein Vertrauen entgegen, was Yusuf angeht? Gewiß, wir wollen ihm doch nur Gutes.
Rusça:
Они сказали: "О отец наш! Почему ты не доверяешь нам Йусуфа (Иосифа)? Воистину, мы желаем ему добра.
Arapça:
قَالُوا يَا أَبَانَا مَا لَكَ لَا تَأْمَنَّا عَلَىٰ يُوسُفَ وَإِنَّا لَهُ لَنَاصِحُونَ
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır:
Dediler ki: "Ey babamız! Sen bize Yusuf için neden güvenmiyorsun? Halbuki biz onun iyiliğini istiyoruz."
Diyanet Vakfı:
Dediler ki: "Ey babamız! Sana ne oluyor da Yusuf hakkında bize güvenmiyorsun! Oysa ki biz onun iyiliğini istemekteyiz.

ersilhü me`anâ gadey yerta` veyel`ab veinnâ lehû leḥâfiżûn.

Türkçe:
"Yarın onu bizimle gönder, gezip oynasın. Kuşkun olmasın biz onu çok güzel korur, gözetiriz."
İngilizce:
Send him with us tomorrow to enjoy himself and play, and we shall take every care of him.
Fransızca:
Envoie-le demain avec nous faire une promenade et jouer. Et nous veillerons sur lui".
Almanca:
Laß ihn morgen mit uns gehen, (die Herde) hüten und sich vergnügen! Gewiß, wir werden auf ihn doch achten."
Rusça:
Отпусти его завтра с нами, пусть он насладится и поиграет, а мы будем оберегать его".
Arapça:
أَرْسِلْهُ مَعَنَا غَدًا يَرْتَعْ وَيَلْعَبْ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır:
Yarın onu bizimle beraber gönder de gezsin, oynasın. Kesinlikle biz onu koruruz.
Diyanet Vakfı:
Yarın onu bizimle beraber (kıra) gönder de bol bol yesin (içsin), oynasın. Biz onu mutlaka koruruz."

ḳâle innî leyaḥzününî en teẕhebû bihî veeḫâfü ey ye'külehü-ẕẕi'bü veentüm `anhü gâfilûn.

Türkçe:
Dedi ki: "Onu götürmeniz beni çok çok üzer. Ve korkarım ki siz ondan habersiz bir haldeyken onu kurt yer."
İngilizce:
(Jacob) said: "Really it saddens me that ye should take him away: I fear lest the wolf should devour him while ye attend not to him."
Fransızca:
Il dit : "Certes, je m'attristerai que vous l'emmeniez; et je crains que le loup ne le dévore dans un moment où vous ne ferez pas attention a lui".
Almanca:
Er sagte: "Es betrübt mich doch, daß ihr mit ihm weggeht, und ich fürchte, daß ihn der Wolf frißt, während ihr ihm gegenüber achtlos seid."
Rusça:
Он сказал: "Мне грустно от того, что вы уведете его. Я боюсь, что волк растерзает его, когда вы оставите его без присмотра".
Arapça:
قَالَ إِنِّي لَيَحْزُنُنِي أَن تَذْهَبُوا بِهِ وَأَخَافُ أَن يَأْكُلَهُ الذِّئْبُ وَأَنتُمْ عَنْهُ غَافِلُونَ
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır:
Babaları dedi ki: "Onu götürmeniz beni üzer, korkarım ki onu kurt yer de sizin haberiniz bile olmaz."
Diyanet Vakfı:
(Babaları) dedi ki: Onu götürmeniz beni mutlaka üzer. Siz ondan habersizken onu bir kurdun yemesinden korkarım.

ḳâlû lein ekelehü-ẕẕi'bü venaḥnü `uṣbetün innâ iẕel leḫâsirûn.

Türkçe:
Dediler ki: "Vallahi biz böylesine dayanışma içinde bir ekipken onu kurt yerse, o takdirde biz hüsrana uğrayan kişiler oluruz."
İngilizce:
They said: "If the wolf were to devour him while we are (so large) a party, then should we indeed (first) have perished ourselves!"
Fransızca:
Ils dirent : "Si le loup le dévore alors que nous sommes nombreux, nous seront vraiment les perdants".
Almanca:
Sie sagten: "Sollte der Wolf ihn fressen, obwohl wir eine (starke) Gruppe sind, gewiß würden wir doch zu den Unterlegenen gehören."
Rusça:
Они сказали: "Если волк растерзает его, тогда как нас - целая группа, то мы действительно окажемся потерпевшими убыток".
Arapça:
قَالُوا لَئِنْ أَكَلَهُ الذِّئْبُ وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّا إِذًا لَّخَاسِرُونَ
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır:
Dediler ki: "Vallahi biz böyle güçlü kuvvetli bir topluluk iken, buna rağmen onu kurt yerse, o zaman biz kesinlikle hüsrana uğrayanlardan olmuş oluruz."
Diyanet Vakfı:
Dediler ki: Hakikaten biz (kuvvetli) bir topluluk olduğumuz halde, eğer onu kurt yerse, o zaman biz gerçekten aciz kimseler sayılırız.

felemmâ ẕehebû bihî veecme`û ey yec`alûhü fî gayâbeti-lcübb. veevḥaynâ ileyhi letünebbiennehüm biemrihim hâẕâ vehüm lâ yeş`urûn.

Türkçe:
Onu götürüp kuyunun dibine koymaya karar verdiklerinde biz de ona şöyle vahyettik: Yemin olsun ki sen onlara, şu yaptıklarını hiç farkında olmayacakları bir sırada haber vereceksin."
İngilizce:
So they did take him away, and they all agreed to throw him down to the bottom of the well: and We put into his heart (this Message): 'Of a surety thou shalt (one day) tell them the truth of this their affair while they know (thee) not'
Fransızca:
Et lorsqu'ils l'eurent emmené, et se furent mis d'accord pour le jeter dans les profondeurs invisibles du puits, Nous lui révélâmes : "Tu les informeras sûrement de cette affaire sans qu'ils s'en rendent compte".
Almanca:
Alsdann nahmen sie ihn mit und entschlossen sich, ihn in der Tiefe des Brunnens zu lassen. Dann ließen WIR ihm Wahy zuteil werden: "Du wirst ihnen über diese ihre Angelegenheit doch noch kundtun." Und sie merkten es nicht.
Rusça:
Когда они увели его и бросили на дно колодца, Мы внушили ему: "Ты непременно напомнишь им об этом поступке, когда они даже не узнают тебя".
Arapça:
فَلَمَّا ذَهَبُوا بِهِ وَأَجْمَعُوا أَن يَجْعَلُوهُ فِي غَيَابَتِ الْجُبِّ ۚ وَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِ لَتُنَبِّئَنَّهُم بِأَمْرِهِمْ هَٰذَا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır:
Nihayet kardeşleri, Yusuf'u alıp götürdüler ve kuyunun dibine bırakmaya topluca karar verdiler. Biz de ona şöyle vahyettik: "Andolsun ki, sen onlara ilerde hiç beklemedikleri bir sırada bu yaptıklarını haber vereceksin".
Diyanet Vakfı:
Onu götürüp de kuyunun dibine atmaya ittifakla karar verdikleri zaman, biz Yusufa: Andolsun ki sen onların bu işlerini onlar (işin) farkına varmadan, kendilerine haber vereceksin, diye vahyettik.

vecâû ebâhüm `işâey yebkûn.

Türkçe:
Akşamdan sonra babalarına geldiler; ağlıyorlardı.
İngilizce:
Then they came to their father in the early part of the night, weeping.
Fransızca:
Et ils vinrent à leur père, le soir, en pleurant.
Almanca:
Und sie kamen dann zu ihrem Vater abends weinend,
Rusça:
Вечером они вернулись к своему отцу с плачем
Arapça:
وَجَاءُوا أَبَاهُمْ عِشَاءً يَبْكُونَ
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır:
Ve yatsı vakti, ağlayarak babalarına geldiler.
Diyanet Vakfı:
Akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler.

ḳâlû yâ ebânâ innâ ẕehebnâ nestebiḳu veteraknâ yûsüfe `inde metâ`inâ feekelehü-ẕẕi'b. vemâ ente bimü'minil lenâ velev künnâ ṣâdiḳîn.

Türkçe:
"Ey babamız, dediler, gittik, yarışıyorduk; Yûsuf'u eşyamızın yanında bırakmıştık, kurt onu yemiş. Şimdi biz doğru da söylesek sen bize inanmayacaksın."
İngilizce:
They said: "O our father! We went racing with one another, and left Joseph with our things; and the wolf devoured him.... But thou wilt never believe us even though we tell the truth."
Fransızca:
Ils dirent : "ô notre père, nous sommes allés faire une course, et nous avons laissé Joseph auprès de nos effets; et le loup l'a dévoré. Tu ne nous croiras pas, même si nous disons la vérité".
Almanca:
sie sagten: "Unser Vater! Wir gingen Wettrennen machen und ließen Yusuf bei unseren Sachen zurück, dann hat ihn der Wolf gefressen. Und du wirst uns sowieso keinen Glauben schenken, egal wie wahrhaftig wir sind."
Rusça:
и сказали: "О отец наш! Мы соревновались, а Йусуфа (Иосифа) оставили стеречь наши вещи, и волк съел его. Ты все равно не поверишь нам, хотя мы говорим правду".
Arapça:
قَالُوا يَا أَبَانَا إِنَّا ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ وَتَرَكْنَا يُوسُفَ عِندَ مَتَاعِنَا فَأَكَلَهُ الذِّئْبُ ۖ وَمَا أَنتَ بِمُؤْمِنٍ لَّنَا وَلَوْ كُنَّا صَادِقِينَ
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır:
Dediler ki: "Ey babamız! Biz gittik, aramızda yarış yapıyorduk. Yusuf'u da eşyamızın yanına bırakmıştık. Bir de baktık ki, onu kurt yemiş. şu anda biz doğru da söylesek, yine de sen bize inanacak değilsin."
Diyanet Vakfı:
Ey babamız! dediler, biz yarışmak üzere uzaklaştık; Yusufu eşyamızın yanında bırakmıştık. (Ne yazık ki) onu kurt yemiş! Fakat biz doğru söyleyenler olsak da sen bize inanmazsın.

vecâû `alâ ḳamîṣihî bidemin kâẕib. ḳâle bel sevvelet leküm enfüsüküm emrâ. feṣabrun cemîl. vellâhü-lmüste`ânü `alâ mâ teṣifûn.

Türkçe:
Yûsuf'un gömleği üstüne sahte bir kan çalmışlardı, getirdiler. Babaları dedi ki: "İş, söylediğiniz gibi değil. Nefisleriniz sizi aldatıp bir işe itmiş. Artık bana düşen, güzelce sabretmek. Anlattıklarınıza karşı yalnız Müsteân olan Allah'tan yardım istenir."
İngilizce:
They stained his shirt with false blood. He said: "Nay, but your minds have made up a tale (that may pass) with you, (for me) patience is most fitting: Against that which ye assert, it is Allah (alone) Whose help can be sought"..
Fransızca:
Ils apportèrent sa tunique tachée d'un faux sang. Il dit : "Vos âmes, plutôt, vous ont suggéré quelque chose... [Il ne me reste plus donc] qu'une belle patience ! C'est Allah qu'il faut appeler au secours contre ce que vous racontez ! "
Almanca:
Und sie brachten sein Hemd befleckt mit Blut als Vortäuschung. Er sagte: "Nein, sondern euer Ego machte euch etwas leicht! (Ich übe mich) in klagloser Geduld. Und ALLAH ist Derjenige, Den ich um Beistand bitte wegen dem, was ihr schildert."
Rusça:
Они показали лживую кровь на его рубашке, и он сказал: "О нет! Это ваши души ввели вас в соблазн, и лучше проявить терпение. Только Аллаха следует просить о помощи против того, что вы рассказали".
Arapça:
وَجَاءُوا عَلَىٰ قَمِيصِهِ بِدَمٍ كَذِبٍ ۚ قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ أَنفُسُكُمْ أَمْرًا ۖ فَصَبْرٌ جَمِيلٌ ۖ وَاللَّهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَىٰ مَا تَصِفُونَ
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır:
Bir de gömleğinin üzerinde yalandan bir kan getirmişlerdi. Babaları dedi ki: "Hayır, nefisleriniz aldatmış da size bir iş yaptırtmış. Artık bana güzel bir sabır gerekiyor. Bu anlattıklarınıza karşılık yardımına sığınılacak olan ancak Allah'dır."
Diyanet Vakfı:
Gömleğinin üstünde sahte bir kan ile geldiler. (Yakub) dedi ki: Bilakis nefisleriniz size (kötü) bir işi güzel gösterdi. Artık (bana düşen) hakkıyla sabretmektir. Anlattığınız karşısında (bana) yardım edecek olan, ancak Allah'tır.

vecâet seyyâratün feerselû vâridehüm feedlâ delveh. ḳâle yâ büşrâ hâẕâ gulâm. veeserrûhü biḍâ`ah. vellâhü `alîmüm bimâ ya`melûn.

Türkçe:
Bir yolcu kafilesi gelmişti. Sucularını gönderdiler. O da kovasını sarkıttı. "Müjde! Bu bir oğlan!" diye haykırdı. Ticaret maksadıyla onu sakladılar. Allah ne yaptıklarını çok iyi biliyordu.
İngilizce:
Then there came a caravan of travellers: they sent their water-carrier (for water), and he let down his bucket (into the well)...He said: "Ah there! Good news! Here is a (fine) young man!" So they concealed him as a treasure! But Allah knoweth well all that they do!
Fransızca:
Or, vint une caravane. Ils envoyèrent leur chercheur d'eau, qui fit descendre son eau. Il dit : "Bonne nouvelle ! Voilà un garçon ! " Et ils le dissimulèrent [pour le vendre] telle une marchandise. Allah cependant savait fort bien ce qu'ils faisaient.
Almanca:
Dann kamen Reisende vorbei, sie schickten ihren Mann zum Wasserholen, dann ließ er seinen Wassereimer herunter, er sagte: "Was für ein Glück! Dies ist ein Junge." Dann versteckten sie ihn als Handelsware. Und ALLAH ist allwissend über das, was sie tun.
Rusça:
Когда прибыл караван, они послали водоноса принести воды. Он опустил свое ведро и сказал: "Вот радость! Это же - мальчик!" Они спрятали его, чтобы продать. Но Аллах ведал о том, что они совершали.
Arapça:
وَجَاءَتْ سَيَّارَةٌ فَأَرْسَلُوا وَارِدَهُمْ فَأَدْلَىٰ دَلْوَهُ ۖ قَالَ يَا بُشْرَىٰ هَٰذَا غُلَامٌ ۚ وَأَسَرُّوهُ بِضَاعَةً ۚ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِمَا يَعْمَلُونَ
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır:
Daha sonra bir kafile gelmiş, sucularını da göndermişlerdi. Vardı, kovasını kuyuya saldı, "Müjde hey, müjde! İşte bir çocuk!" dedi. Ve onu satılık bir mal olarak gizleyip korudular. Allah ise onların ne yapacaklarını biliyordu.
Diyanet Vakfı:
Bir kervan geldi ve sucularını (kuyuya) gönderdiler, o da (gidip) kovasını saldı, (Yusufu görünce) "Müjde! İşte bir oğlan!" dedi. Onu bir ticaret malı olarak sakladılar. Allah onların yaptıklarını çok iyi bilir.

veşeravhü biŝemenim baḫsin derâhime ma`dûdeh. vekânû fîhi mine-zzâhidîn.

Türkçe:
Onu basit bir karşılıkla, birkaç paraya sattılar. Onlar, ona değer vermeyen kişilerdi.
İngilizce:
The (Brethren) sold him for a miserable price, for a few dirhams counted out: in such low estimation did they hold him!
Fransızca:
Et ils le vendirent à vil prix : pour quelques dirhams comptés. Ils le considéraient comme indésirable.
Almanca:
Dann verkauften sie ihn gegen ein geringes Entgelt - wenige Silberstücke. Und sie hatten kein Interesse an ihm.
Rusça:
Они (братья Йусуфа) продали его за ничтожную цену - всего за несколько дирхемов. Они не высоко оценили его.
Arapça:
وَشَرَوْهُ بِثَمَنٍ بَخْسٍ دَرَاهِمَ مَعْدُودَةٍ وَكَانُوا فِيهِ مِنَ الزَّاهِدِينَ
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır:
Ve onu düşük bir değerle birkaç dirheme sattılar. Ona fazla önem vermemişlerdi.
Diyanet Vakfı:
(Kafile Mısır'a vardığında) onu değersiz bir pahaya, sayılı birkaç dirheme sattılar. Onlar zaten ona değer vermemişlerdi.

Pages

012. Yusuf - (Yusuf) Yusuf -- يوسف beslemesine abone olun.